20. yüzyılın ilk yarısı etik sorunların, siyasal ve ekonomik sorunların gölgesinde kaldığı bir dönem oldu. Hatta, “etik”, on yıl öncesine kadar, ülkemizde pek bilinen ve kullanılan bir sözcük değildi. Sözcüğün, ülkemizde, son on yılda bu kadar yaygınlaşmasının ve duyulmasının nedenleri; dünyada yaşanan ve ne yazık ki hala yaşanmakta olan savaşların derinden hissedilen etkileri, bu etkilere bağlı olarak ortaya çıkan birtakım siyasal açmazlar ve sorunlar, siyaset adamlarının verdikleri sözleri çabucak unutmaları, çevre sorunları, tıp alanındaki ciddi gelişmelerin yaratmış olduğu tartışmalar, gen teknolojisindeki yeni gelişmeler ve basın yayın kuruluşlarında yaşanan kimi etik sorunlardır.
Etik sorunların bu kadar çok gündemde oluşunun ve “etik” sözcüğünün geçmişe oranla daha sık kullanımının felsefeciler açısından olumlu bir gelişme olduğu açık. Fakat bu olumluluğun beraberinde getirmiş olduğu felsefecilerin uğraş vermeleri gereken önemli bir çalışma alanı daha var: “Etik” kavramının kullanımından kaynaklanan kimi sorunların yaratmış olduğu karmaşa. Yukarıda saydığımız sorunlara ilişkin tartışmalarda “etik” sözcüğü kadar “ahlak” sözcüğünün de geçtiğini, bu iki sözcüğün neredeyse anlamdaş görülerek birbirinin yerine kullanıldığını görüyoruz. Ama “ahlak” sözcüğünün farklı bağlamlarda kullanılışlarına dikkat edilirse, onu “etik”ten ayırmak yerinde ve şarttır. Bu noktada, bu iki sözcük arasındaki sınır kavramsal bir analiz yapılarak çizilmeli ve felsefenin bir dalı olan “etik”, “ahlak” sözcüğünden ayrıştırılmalıdır çünkü kavramsal analiz tamamlanmadan tartışılan bu sorunların ne yazık ki felsefi temelleri de eksik kalacaktır.
Etik, felsefenin en eski ve en temel disiplinlerinden birisidir. Etik soru ve sorunlar, felsefenin başangıcından bu yana filozofları en çok meşgul eden soru ve sorunlar arasında yer almıştır ve günümüzde hala bu sorular ontolojik önem açısından yerlerini korumaktadır. Filozofların etiğe olan ilgisinin derecesinde zaman zaman değişiklikler olsa da etik sorunlar hep felsefe sorunları içinde önemli bir yer tutmuştur. Değişen tarihsel ve toplumsal koşullarla birlikte, yeni kimi etik sorunların ortaya çıkmasının sonucu olarak, kimi yeni etik sorular da ortaya atılmış, fakat insanın yapısında temelini bulan ana sorular Antikçağ’dan günümüze sorulagelmiş; bu sorulara filozoflarca çeşitli yanıtlar verilmiştir.
Her ne kadar, etik ahlak felsefesi olarak felsefe literatüründe yer almış olsa da, bu iki sözcük arasındaki (etik ve ahlak) kimi karışıklıkları önlemek açısından bu iki sözcüğü birbirinden ayırmak yerinde bir çabadır çünkü ahlak sözcüğü günümüzde farklı bağlamlarda ve farklı değer yargı sistemlerini nitelemek için de kullanılmaktadır. Harald Delius, etik-ahlak kavramları arasındaki ayrım hakkında şunları söylemektedir: “Moral (ahlak) ve etik sözcükleri arasında günlük dildeki çok anlamlılık, geçişlilik ve kaypaklığa rağmen, iki sözcüğü birbirinden ayırmak konusunda ufak da olsa bir ölçütümüz vardır. Ahlak’ın olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey olmasına karşılık, etik bu olguya yönelen felsefe disiplininin adıdır. Bu nedenle, günlük dilde alışkanlıkla bir ahlaksal problemden söz edildiğinde, aslında bunu etik’e ait bir problem, bir etik problemi olarak anlamak gerekir” (Delius 1997, s. 336). Nicolai Hartmann da bu iki sözcük arasındaki ayrımı ortaya koymaya çalışırken, morallerin çokluğuna karşılık etiğin tekliğinden söz eder. Bununla kastettiği bir felsefe disiplini olarak etiğin tekliğidir ve bu disiplinin görevi, herhangi türde bir moral (ahlak) geliştirmek ve bu ahlaka uyulmasını öğütlemek değil; tersine ahlaksal bağıntıları tartışmak ve onların niteliği üzerine görüş belirtmektir (Delius 1997, s. 336).
Sözcüklere etimolojik açıdan yaklaştığımızda ise, işler daha da karışmaktadır. Etik eski Yunanca
ethos sözcüğünden, moral ise Latince
mos sözcüğünden gelmektedir. Her iki sözcük de gelenek, görenek ve alışkanlık anlamlarında kullanılmaktadır. ‘Moral’in karşılığı olarak bizim kullandığımız ‘ahlak’ sözcüğü de Arapça ‘hulk’ kökünden gelmekte, bu sözcük de yine gelenek, görenek, alışkanlık, vb. anlamlarına gelmektedir. Bu nedenle etimolojik olarak bakıldığında bu sözcükler arasında bir anlam farkı yoktur. Ama sözcüklerin kullanım bağlamlarına bakıldığında, onların farklı şeyleri nitelemek için kullanıldığını görürüz. O halde, cevaplanması gereken soru kullanılan ahlak sözcüğünün hangi bağlamlarda etik sözcüğü ile örtüşmediğidir. Ahlak sözcüğünün temelde felsefenin bir dalı olan etikten ayrıldığı iki ayrı anlamda kullanımı vardır. Bu kullanışların ilki, kişiler arası ilişkilerde davranışlara ilişkin geçerli (bir grupta, belirli bir zamanda ya da genel olarak geçerli olan, olması istenen) çeşitli değer yargıları sistemleri anlamında, ikincisi ise belirli bir ahlaktan bağımsız olarak ahlaklılık anlamında kullanılmaktadır (Tepe 1998, s. 12). Özellikle bunlardan ilkinin etik sözcüğünden kesinlikle ayrıştırılması gerekmektedir. Şimdi ahlak sözcüğünün etikten ayrıştırılması gereken bu iki anlamını biraz daha açalım.
Örneğin “ahlak bozuldu” diyenlerin, “ahlaka aykırı yayınlardan”, “milli ahlak”tan, söz edenlerin, bu bağlamlarda kullandıkları “ahlak” ile kastettikleri hep “insanlararası ilişkilerde kişilerin uymaları beklenen –talep edilen– davranışlardır. Yapılması-yapılmaması gereken, izin verilen-verilmeyen; teşvik edilen-yasaklanan davranışlardır; başka bir deyişle belirli bir grupta ya da genel olarak iyi sayılan-kötü sayılan davranışlardır (Tepe 1998, s. 12). Bu ‘sayılan’ davranışlar çeşitli değer yargıları sistemlerini bize yansıtırlar. Bu genel değer yargıları ise, kişilerin belirli koşullarda başka insanlarla ilişkilerinde yaptıklarının; her biri tek-eşsiz ve karmaşık bir bütün olan eylemlerimizin değeri konusunda yargıda bulunmak için kullanılmaktadır (Kuçuradi 1994, ss. 20-21). Ahlaktan, genellikle yapıldığı gibi, davranışlara ilişkin belirli bir yerde ve zamanda geçerli olan değer yargıları sistemleri anlaşıldığında, farklı gruplarda farklı değer yargılarının ya da aynı grupta farklı zamanlarda farklı değer yargılarının olması; böylece aynı eylemin, farklı ahlaklar tarafından farklı biçimlerde değerlendirilmesi, birisinin iyi dediği bir eyleme ya da duruma bir diğerinin kötü demesi çok doğaldır (Tepe 1998, s. 13). Bunun sonucu olarak da ahlakın, - ama bu arada etik bu anlamda ahlakla eş anlamı görüldüğünde – etiğin de göreli olduğundan söz edilebilir. Ahlakın bu anlamı, etikten kesinlikle ayrılması gereken bu anlamı, birincil olandır.
Ahlak sözcüğü zaman zaman ikinci bir anlamda ‘ahlaklılık’ anlamında da kullanılmaktadır. Bu anlamda ahlak ya da ahlaklılık, “insanlara, insan olarak eşit muamele yapmak gerekir”, “sözünde durmak gerekir”, “ırk, dil, din ayrımı yapmamak gerekir”, “işkence yapmamak gerekir” gibi doğrudan ya da dolaylı olarak “insanın değeri”nden”, “insanın değerinin bilgisi”nden çıkarılan ilkelerin dile getirdiği şeydir. Bu ilkelerin bize söylediği aslında şudur: bir insan başka insanlarla ilişkilerinde o ilkenin talep ettiği şekilde davranırsa, insanın yapısal olanaklarının gerçekleşebilmesini engellememe olasılığı artar (Tepe 1998, s. 13). Başka bir deyişle, insan, ilgili ilkenin dile getirdiği gibi ve ilkenin ölçülerine uygun bir şekilde davranmalıdır. Eğer davranırsa, insan olma değerine zarar verme olasılığı çok azalır (Kuçuradi 1994, ss. 29-30). Önemli olan insan tarafından eylem sırasında doğru değerlendirmenin yapılıp yapılmadığı değil, ilkeye uygun davranılıp davranılmadığıdır.
Ahlakın bu anlamında görülmektedir ki, ilk anlamında olduğunun aksine ahlakın dolayısıyla etiğin göreli bir noktaya düşmesi engellenmeye çalışılmaktadır. Dolaylı veya doğrudan insanın değerinin bilgisinden türetilen ilkeler bellidir. Önemli olan bu ilkelere uygun eylemler içinde bulunmaktır. Fakat zaman zaman, bu ilkelere uymak insanın değerine zarar da verebilmektedir. Örneğin bir doktor düşünelim. Bu doktor hiçbir değerlendirme yapmadan, ahlakın ikinci anlamı ışığında, ilkelere uygun olarak eylemde bulunuyor. Doktorun önüne bir kuduz hastası geliyor. Fakat, hasta için çok geç kalınmış, yani hasta kudurarak ölecek. İlke doktora diyor ki, insanın yaşama hakkı en yüce hak, hastayı ne olursa olsun yaşatacaksın! Bu durumda, değerlendirme yap(a)mayan doktor, insanın değerine zarar vermek istemediği için bu ilkeye uyar ve hasta insanın değerine zarar verecek bir biçimde kudurarak yaşamını yitirir. Bu örnek göstermektedir ki, “insanın değerinin bilgisi”nden türetilmiş olsalar da hazır ilkeler ve normlarla değerlendirmelerde bulunmak, bu normların etkisiyle eylemek, eylemde bulunan kişiyi her zaman olmasa da çıkmazlarla karşı karşıya bırakabilmektedir. Kişi ikisi de aynı türden olan iki normdan birisini seçmek zorunda kaldığında ne yapacağını belirlemekte çaresiz kalmaktadır.
Bu nedenle normlar ortaya koymak, ortaya konulan normları meşrulaştırmak, ya da onları temellendirmek, günümüzde sıkça yapıldığı gibi, etikle özdeşleştirilse de, etiğin görevi değildir. Sorun şudur ki; normlarla yapılan değerlendirmeler ezbere değerlendirmeler olacak, değerlendirilen şeyin “değer”i havada kalacaktır.
(1) Fakat geldiğimiz bu aşamada yanlış anlaşılmaması için, vurgulamak gerekir ki, elbette ilk anlamda kullanılan ahlak ile ikinci anlamda kullanılan ahlak arasında ontolojik olarak bir fark mutlaka vardır. Bu fark da “belirli bir ahlak”tan çıkarılan göreli normlarla “insanın değerinden” ve “insanın değerinin bilgisinden” türetilen normlar arasındaki farktır. Ama ne olursa olsun, norm getirmek ve norm üretmek felsefenin temel disiplinlerinden olan etiğin görevi değildir. Etiğin olsa olsa normların temellendirilmesiyle ilgisi olabilir. Bu da etiğin felsefenin diğer temel alanlarından olan ontoloji ve epistemoloji ile kurduğu-kuracağı bağ ile mümkündür.
Etik, insana ilişkin etik sorunlarla ilgili doğrulanabilir-yanlışlanabilir bilgiler ortaya koyan ya da en azından koyması beklenen bir felsefe disiplinidir; yapılması gerekeni söyleyen ya da normlar koyan bir etkinlik değildir (Tepe 1998, s. 14). Ama ne yazık ki, etiğin norm koyan veya koyması gereken bir felsefi alan olduğu fikri günümüzde yaygın bir anlayıştır. Etiğin kullanımına baktığımızda, günümüzde etikle çok uğraşılmakla birlikte, etiğe bakış bu bağlamda pek değişmemiştir. Etik bir normlar alanı olarak görülmekte ve ondan, bize yaşarken ne yapmamız gerektiğini söylemesi beklenmektedir. Etik’in bize bir eylem reçetesi sunması istenmektedir. Ancak etiğin, bizim eylemlerimizi belirlemek ve bize ne yapmamız gerektiğini söylemek gibi ahlaksal bir işlevi ve görevi yoktur. Kaldı ki, böyle bir işlev etiğe yüklense bile, etik bilgisiyle donatılmış bir kişinin her zaman gerekeni ve değerli olanı yapan bir kişi olacağı söylenemez.
Sonuç olarak, tarihsel ve kültürel bir varlık olan insan, sağlam bir şekilde bütünlüklü moralitelerin yalnızca tek birinin değil, fakat bir çoğunun bıraktığı mirasla yaşamaktadır. “Yaşam, tek bütüncül bir ahlakın içine sığmayacak, sığdırılamayacak kadar geniştir. Tarih de tek bir ahlakla açıklanamayacak kadar zengindir. Aristotelesçilik, ilkel Hristiyan saflığı, aristokratik tüketim, demokrasi ve sosyalizm gelenekleri, tüm bunlar bizim moral vokabullerimiz üzerinde izlerini bırakmışlardır. Bu moralitelerin her biri içerisinde, önerilen amaç veya amaçlar, bir kurallar kümesi, bir erdemler listesi vardır. Fakat söz konusu amaçlar, değerlerin değerlendirilmesi ve erdemler farklı farklıdır” (MacIntyre 1998, s. 15). Alasdair MacIntyre’ın
Ethik’in Kısa Tarihi “Homerik Çağdan Yirminci Yüzyıla” isimli kitabında yazmış olduğu bu cümleler de morallerin çokluğunu ve kuralların farklılığını vurgulamaktadır. Etik’in yapması gereken bu zengin mirasın içindeki ahlaksal bağıntıların, ilişki türlerinin niteliğini tartışmak, bunları açıklamak ve değerlendirmektir.